27-10-2025
Birlikte yaşamanın etik dili nasıl kurulabilir?
Lozan Antlaşması’ndan bu yana Batı Trakya Türk Azınlığının hikâyesi, sadece bir hukuk mücadelesi değil, aynı zamanda bir tanınma mücadelesidir. Bu topraklarda insanlar, kimliklerini yalnızca belgelerde değil, birbirlerinin gözlerinde bulur. Ama bazen o gözler konuşmaz. Bir mektupta, bir okulda, ya da basit bir selamda hissedilir o sessizlik. Sanki herkes birbirine şunu söyler: “Seni görüyorum ama tam olarak anlayamıyorum.”

Lozan Antlaşması’ndan bu yana Batı Trakya Türk Azınlığının hikâyesi, sadece bir hukuk mücadelesi değil, aynı zamanda bir tanınma mücadelesidir. Bu topraklarda insanlar, kimliklerini yalnızca belgelerde değil, birbirlerinin gözlerinde bulur. Ama bazen o gözler konuşmaz. Bir mektupta, bir okulda, ya da basit bir selamda hissedilir o sessizlik. Sanki herkes birbirine şunu söyler: “Seni görüyorum ama tam olarak anlayamıyorum.”
Alman filozof Axel Honneth, Tanınma Uğruna Mücadele kitabında insanın ancak tanındığı ölçüde insanlaşabildiğini söyler. Bir toplumu bir arada tutan şey yasalar ve sınırlardan öte tanınma ilişkileridir. Bir toplumda sevgi, hak ve saygı eksikse, orada insanlar birbirine yabancılaşır. Sevgiyle yetişmeyen birey öz-güvenini; hakları tanınmayan birey öz-saygısını; değer verilmeyen birey ise öz-değerini kaybeder. Honneth’in diliyle söylersek, “sayılmama, insanın bütün benliğini hedef alır.”
Batı Trakya Türklerinin yaşadığı birçok mesele bu üç alanın eksik tanınmasından doğmuştur. Bir çocuk okulda Türkçe konuştuğu için uyarıldığında, bu yalnızca bir dil tartışması değildir. O çocuğun varlığına verilen değerin sorgulanmasıdır. Bir köy camisinde cemaatin seçtiği müftü yerine atanan bir müftü geldiğinde veya azınlığa ait vakıflar atanmış bir zümre tarafından yönetildiğinde, bu yalnızca idari bir mesele değildir; öz-saygının kırıldığı bir andır. Bir yaşlı kadın hastanede derdini kendi dilinde anlatmaya çalışırken “Sen Yunanlı değil misin niye Türkçe konuşuyorsun” uyarısı aldığında, orada sadece bir cümle değil, insan onurunun sınırı çizilir.
Yine de, bu hikâyenin anlatılmamış bir tarafı daha var. Diğer yüzünde sessiz ama kararlı bir direniş sürer. Tabelaları indirilse de dernekler varlığını sürdürür, kapatılan kapıların ardında dayanışma bitmez. Kadınlar, öğretmenler, din adamları, devlet tarafından tanınmasalar da kendi alanlarında mücadele etmeye devam ederler. Bu mücadele çoğu zaman sloganlarla değil, gündelik hayatta saygıyı koruyarak yürür. Bir kahvehanede, bir cenazede, bir bayram gününde, “komşuluk” dediğimiz o ince bağlarla sürer. Çünkü halk, siyasetin unuttuğu temel bir değeri hatırlatır, insan olmayı.
Honneth, toplumsal dönüşümlerin “çıkar” değil “ahlaki haksızlık hissi” üzerinden doğduğunu söyler. Bir insan ancak haksızlığa uğradığında “beni görmüyorlar” diyerek konuşmaya başlar. Batı Trakya’daki 29 Ocak olayları da işte bu duygudan doğdu: “Biz buradayız ve görülmek istiyoruz.” O gün, taş atanların değil, sokağa inenlerin sesi tarihe adını yazdırdı. Çünkü o insanlar yalnız “Türk” kimliğini değil, tanınma hakkını savunuyordu. Fakat artık mesele sadece görülmek değil, birlikte yaşamanın etik dilini kurmak. Bu etik dil, kimliğini bastırmadan ama başkasını da tehdit etmeden konuşabilmeyi gerektirir. Etik dil, “haklı olma”yı değil, “anlaşılır olma”yı önemser. Bir toplum, karşısındakini anlamaya başladığında zaten yeni bir vicdan dili oluşur.
Bu dilin inşası için büyük adımlar değil, küçük jestler gerekir. Bir okulda iki dilli bir tiyatro sahnelenmesi, bir belediyenin bayram tebriği paylaşması, bir öğretmenin öğrencisinin kimliğine dair duyarlılığı, çift dilli anaokullarının var olabilmesi, bir hastanede hastaya kendi dilinde hitap edilmesinin anormal karşılanmaması, yerel gazetelerde Türkçe yazıların yaygınlaşması, bir belediye kütüphanesinde iki dilli kitap köşesi oluşturulması, bir radyo programında iki dilin dönüşümlü kullanılması, bir derneğin kültürel etkinliklerine çoğunluk toplumundan misafirlerin katılması, bir köy kahvesinde farklı kimliklerden insanların aynı masada çay içebilmesi, bir memurun vatandaşın Türkçe konuşmasına anlayışla yaklaşması, bir yerel yöneticinin topluluğun bayramına katılıp birlikte sofraya oturması, gençlerin sosyal medyada kimliklerini özgürce ifade edebilmesi, okullarda ortak spor turnuvaları düzenlenmesi, iki dilde hazırlanan broşürlerin kamu kurumlarında bulunması ve bir komşunun diğerinin acısına ya da sevincine ortak olması… Bunların her biri büyük politikaların yapamadığını yapar: karşılıklı güveni onarır.
Bir toplumda güven yeniden kurulduğunda, tanınma da kendiliğinden gelir. O zaman kimse kimliğini fısıldamak zorunda kalmaz.
Bugün Batı Trakya’da gençler artık daha açık bir iletişime sahip ve daha cesur. Ama onların cesareti öfkeye değil, sakin bir görünürlük arzusuna dayanıyor. Bu gençler kimliğini bağırarak değil, yaşayarak göstermek istiyor. Ve belki de etik dil tam burada kuruluyor. Bir kimliğin doğal bir biçimde var olduğunu göstermekle.
Birlikte yaşamanın etik dili, sadece kanunların değil, gönüllerin onayladığı bir dildir. Bir toplumda biri diğerine “senin hikâyeni de biliyorum” dediğinde, artık o toplumda kimse “azınlık” değildir. Çünkü tanınmanın başladığı yerde, dışlanma biter. Ve işte o zaman, Batı Trakya’da bir çocuk kim olduğunu söylerken sesi titremez. Çünkü o ses artık korkunun değil, eşit bir insanın sesidir.