Anasayfa
<
01-02-2016

29 Ocak 1988 ve 1990…
Batı Trakya’da, 1923 Lozan Barış Antlaşması’nın koruması altında, İstanbul’daki Rum azınlığa karşılık olarak bırakılan Türk azınlığın etnik kimliği, Yunanistan’da yaşayan diğer azınlıklarda olduğu gibi Yunan yönetimince kabul edilmemekte, Batı Trakya Türkleri’nin “Müslüman Elenler” olduğu yönündeki açıklamalarda israr edilmektedir.

Bugün yıldönümünü kutladığımız 29 Ocak 1988’de gerçekleşen ve “Türklük yürüyüşü” olarak tarihe geçen başkaldırının temelinde, Yunan devletinin bu politikasına olan tepki yatmaktadır. Kısacası, 29 Ocak 1988’de tüm Batı Trakyalı Türkleri Gümülcine’de toplatan güç, binlerce insanın etnik kimliğine, kökenine olan saygısızlığa yönelik bir feryattır.

Türk azınlığın etnik kimliğinin inkarı ve bu konudaki baskılar açısından iki tarihin büyük önem taşıdığı inancındayım. Bunlardan birisi 1967 Albaylar Cuntası, diğeri ise 13 Kasım 1983’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ilan edilmesidir.

Albaylar Cuntası döneminde, 1971’de Yunan Dernekler Yasası’ndaki değişiklik çerçevesinde, Gümülcine’deki Batı Trakya Türk Öğretmenler Birliği ve Gümülcine Türk Gençler Birliği ile İskeçe’deki Türk Birliği de tüzüklerinde değişiklik yapmak zorunda kalmış, ancak yapılan yeni başvurularda dernek tüzükleri mahkeme tarafından onaylanmamıştır.

Yani, Türk derneklerine ilk darbe Albaylar Cuntası döneminde vurulmuştur. Onaylanmayan tüzüklere rağmen, sözkonusu dernekler 1972’den sonra biçimsel olarak yasalara uygun olmayan bir şekilde faaliyetlerine devam etmiştir.

“Ortadan kaldırmak yerine, tehdit altında tutmak” prensibiyle kapatılmayan bu derneklere ikinci darbe ise KKTC’nin ilan edilmesiyle vurulmuştur.

1983 yılının Kasım ayında Rodop Valisi’nin GTGB ve BTTÖB aleyhine açtığı ve davalı kuruluşların dinlenmediği davadan bir gün sonra açıklanan mahkeme kararı ise oldukça ilginçtir.

Kararda şu ifadeler yer almaktadır:
“…. Gümülcine’de Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında çatışmaların çıkması tehlikesi de göz önünde bulundurularak….. anılan derneğin bulunduğu binanın girişinde ‘Türk’, ‘Türklerin’, ‘Türklere’ gibi kelimeleri içeren tabela bulundurulmasının ve aynı kelimeleri içerin matbu kağıt ve evrak kullanılmasının yasaklanmasına… karar verilmiştir.”

Bu mahkeme kararını Türk derneklerinin tabelalarının indirilmesi izlemiştir. 1 Aralık 1983’te GTGB’nin, 2 Aralık’ta BTTÖB’nin ve 7 Aralık’ta da İTB’nin “Türk” ifadesini taşıyan tabelaları polis tarafından indirilmiştir.

Tabelaların indirilmesinden kısa bir süre sonra, 16 Ocak 1984’te Rodop Valisi, 30 Ocak’ta da İskeçe Valisi mahkemeye başvurarak, sözkonusu derneklerin feshini istemişlerdir. Böylece, Gümülcine’deki dernekleri ilgilendiren dava 9 Mayıs 1984’te, İskeçe Türk Birliği’ni ilgilendiren dava ise 19 Haziran 1984’te görüşülmüştür.

Azınlığın etnik kimliğini ortadan kaldırma girişimlerinin önemli bir parçası olan bu davalara Türk azınlık mensupları karşı çıkmış, tüzük ve ad değişikliğine tek ağızdan hayır demişlerdir.

BTTÖB ve GTGB aleyhine alınan kararlar, istinaf edilmiş; ancak Trakya Üç Hakimli İstinaf Mahkemesi de, Bidayet Mahkemesi’nin fesh kararını onaylamıştır. Bunun üzerine dernek yöneticileri bir üst mahkeme olan Yargıtay nezdinde itirazlarını yinelemişlerdir.

Sözkonusu derneklerin Yargıtay nezdinde yaptıkları girişimlerde, Yunanistan’da hukukun bağımlılığını ortaya koyan ilginç gelişmeler yaşanmıştır. 1987 yılının Haziran ayında Yargıtay yürütmeyi birlikler lehine durdurmuş, aynı yılın Kasım ayında ise İstinaf Mahkemesi’nin fesh kararı esastan görüşülerek onaylanmıştır. Azınlık avukatları ise Yargıtay’ın kararını büyük bir gecikmeyle, ancak 5 Ocak 1988 tarihinde öğrenebilmişlerdir. Yargıtay’ın kesin kararının 25 ve 26 Nisan 1991’de tebliğ etmesi de dikkat çekicidir.

Yargıtay kararı, Davos’ta Özal – Papandreu görüşmesi hazırlıklarının olduğu bir dönemde alınmıştır.

5 Ocak 1988’de Yargıtay’ın kararının öğrenilmesinin ardından ilk kitlesel tepkiler, yurt dışında yaşayan Batı Trakyalı Türkler’den geldi. Almanya’daki Batı Trakya derneklerinin 23 Ocak’ta Frankfurt’ta gerçekleştirdiği protesto yürüyüşüne paralel olarak, İstanbul’daki Batı Trakya Türkleri Dayanışma Derneği de 24 Ocak’ta Yunanistan’ı protesto mitingi için kolları sıvadı. Ancak miting bir gün önceden valilik tarafından yasaklandı.

25 Ocak’ta toplanan Azınlık Yüksek Kurulu da dernekler aleyhine alınan kararı protesto etme kararı aldı. Oluşturulan eylem komisyonu protesto yürüyüşü için 29 Ocak tarihini belirledi ve aynı gün Türk okullarının da kapatılması kararını aldı. Cuma namazından sonra Eski Cami’den başlaması planlanan yürüyüş, vilayet konağında sona erecekti. Ancak aynı tarihte ve yerde Hıristiyanların da bir karşı miting hazırlığında olduğunu ileri sürülerek yürüyüş polis tarafından yasaklandı.

Yürüyüşün yasaklanmasının ardından, 29 Ocak günü Eski Cami ile Yeni Cami’nin ibadete kapatılması üzerine, “özgürlüğün olmadığı yerde ibadet etmenin de caiz olmadığı” belirtilerek, diğer cami ve mescitlerde de Cuma namazı kılınmadı.

Polisin köylerde yaşayan soydaşların şehre girmesini engellemek için kurduğu barikatlara rağmen, GTGB binasının etrafında toplanan erkekli kadınlı 4 bin kişi etnik kimliğini haykırdı ve dağılma aşamasında miting bir yürüyüşe dönüştü. Bu arada, polis coplarla müdahale etti. Olay yerinde ve barikatlardaki polislerle çatışan çok sayıda azınlık ferdi yaralandı.

Böylece, 29 Ocak 1988 Batı Trakya Türkü’nün en büyük kitlesel direnişi olarak tarihe geçti.

29 OCAK 1990 SALDIRISI

29 Ocak 1988’de etnik kimliğin inkarına tepki olarak gerçekleşen kitlesel direniş, bundan sonra Batı Trakya Türkleri’nin bir milli bayramı haline dönüştü. “Türklük Yürüyüşü”nün yıldönümü, mevlitler ve çeşitli etkinliklerle kutlanmaya başlandı.

29 Ocak 1988’in ikinci yıldönümü ise Batı Trakya Türleri için kötü bir sürprizi de beraberinde getirdi. Etnik kimliğinde ısrar eden azınlığa “iyi bir ders vermek” için Yunan derin devletinin örgütlü bir karşı “direnişiydi” bu kötü sürpriz.

29 Ocak 1990’da azınlık eski Cami’de bir mevlit okutma kararı almıştı. Ancak bir gün önceden yerel radyolarda, Solakidis isimli bir Yunanlı’nın Gümülcine Hastanesi’nde bir Müslüman’ın saldırısına uğradığı haberi yayıldı ve Yunan halkı 29 Ocak mevlidini engellemeye çağrıldı. Yerel radyo ve gazetelerin 29 Ocak tarihli yayınlarında ise Solakidis’in öldüğü haberi yer alıyordu. Ancak ölüm haberi bir provakasyondan başka birşey değildi. Türk düşmanlığı ile tanınan Gümülcine ve Maronya Metropoliti’nin yerel radyolardan yaptığı çağrı ise bir haçlı seferini andırıyordu.

İşte yaratılan bu suni gerginlik, Gümülcine’deki Türkler aleyhine bir saldırıya dönüştü. Türklere ait kahvelere, dükkanlara Yunanlı fanatik grupların başlattığı saldırılara polisin müdahalede bulunmaması, hatta saldırganlara Türk dükkanlarını ayırt etmeleri açısından yardımcı olması ise gözden kaçmayan bir gerçekti. Yapılan saldırı ve saldırıları takip eden yağmalama olaylarında hiçbir Yunan dükkanının hedef olmaması, azınlık aleyhine oynanan planlı oyunu net bir şekilde ortaya koyuyordu.

29 Ocak 1990 pogromunda yaklaşık 50 Türk yaralandı. Ahmet Faikoğlu ile Mehmet Emin Aga demir çubuk va bıcakla yaralandılar ve daha sonra tedavi için Türkiye’ye götürüldüler. Milyarlık maddi hasarlar ise dönemin Başbakanı Zolatas’ın verdiği söze rağmen hiçbir zaman ödenmedi.

29 Ocak’ta gerçekleşen bu saldırıların günlük bir patlama olmadığı dikkat edilmesi gereken bir diğer konu. 29 Ocak olaylarından birkaç gün önce, 26-27 Ocak’ta dönemin Dışişleri Bakanı Andonis Samaras’ın Gümülcine’yi ziyareti, bu ziyareti sırasında Metropolit Damaskinos ile biraraya gelmesi, 29 Ocak saldırılarının bu görüşmede planladığı görüşünü güçlendirdi. Bu arada, 26 Ocak’ta Gümülcine’de gerçekleşen ve Dr. Sadık Ahmet ile İbrahim Şerif’in 18 ay hapis cezasına çarptırıldığı dava da aşırı sağcıların gösterileriyle sonuçlanmış ve 29 Ocak saldırılarının bir habercisi olmuştur.

Sonuç olarak; 29 Ocak 1990 saldırıları, Yunanistan’ın bünyesinde farklılıkları sindiremediğini, farklılıkları zor kullanarak yok etme girişimlerini bir kez daha gözler önüne sermiştir.


1 Şubat 2016 Pazartesi 14:07