27-02-2017
Vakıf müessesesi ve önemi
Vakıf; kendisinden yararlanmak mümkün ve caiz olan bir malı, devamlı olarak Allah'ın mülkü olmak üzere menfaatini (gelirini), Allah rızası için hayır işlerinde kullanılmak üzere bağışlamaktır. Burada mal, vakfedenin mülkiyetinden çıkar ve Allah'ın rızası için kullanılmak üzere toplumun mülkü haline gelir. Böyle bir malın yönetimi artık vakıf sözleşmesindeki şartlara ve genel esaslara göre belirlenir.
Maddî bir karşılık beklemeden başkalarına yardım etmek gibi ulvî ve fevkalâde bir düşüncenin mahsulü olan vakıf müessesesi, yüzyıllardan beri İslâm tarihinde büyük bir ehemmiyet kazanmış, sosyal ve ekonomik hayat üzerinde derin tesirler icra etmiş olan dinî ve hukukî bir müessesedir. İnsan fıtratında mevcut olan yardımlaşma hissi, şüphesiz ki insanlık tarihi kadar eskidir. Bu his, dinî emir ve hükümlerle birleşince daha bir kuvvet kazanır. İslâm tarihinde vakıfların, asırlarca büyük bir fonksiyonu icra etmesinin sebebini burada dinî his aramak lâzımdır. Çünkü "insanların en hayırlısı, insanlara faydalı olan; malın en hayırlısı, Allah yolunda harcanan (başka bir ifade ile vakfedilen), vakfın en hayırlısı da insanların en çok duydukları ihtiyacı karşılayandır" prensibinin manasını çok iyi bilen Müslümanlar, bu yolda birbirleri ile âdeta yarışırcasına vakıf eserleri kurmuşlardır.
Vakıf müessesesi, insanlık tarihi kadar eskidir. Bilinen en eski vakıf, Mekke’deki Kâbe’dir. Çünkü Kâbe, Yüce Beyan’ın: "İbadet, yeri olarak yeryüzünde yapılan ilk bina Mekke’deki Kâbe’dir; o pek feyizlidir, insanlar için hidâyet rehberidir. Orada apaçık alâmetler ve deliller, İbrahim’in makamı vardır..." (Âl-i İmrân, 3/96-97) şeklindeki ifadelerinden de anlaşılacağı gibi yeryüzündeki ilk mabettir. İnşasının Hz. Âdem (a.s.)'a kadar dayandığı, bugünkü şeklinin ise Hz. İbrahim (a.s.) ve oğlu Hz. İsmail (a.s.) tarafından verildiği Kur’ân-ı Kerîm’de çeşitli ayetlerde ifade edilmektedir. Bu yönüyle o, insanlık tarihinin ilk ortak vakıf malı gibidir. Dolayısıyla Kâbe’den sonra insanlık tarihinde vakıf kurumu, insanlığın ortak yararlarına hizmet etmiştir. İslâmiyet’le birlikte, özellikle Osmanlı döneminde, bu kurum en zirve dönemlerini yaşamıştır. Osmanlı’da en ücra coğrafyalarda yaşayan insanların sosyal ihtiyaçlarını karşılamada ve hayat standartlarını yükseltmede en tesirli unsurlardan birisi şüphesiz vakıf müesseseleri olmuştur.
Osmanlı döneminde vakıfların ilk kurucusu Orhan Gazi’dir. Orhan Gazi, İznik’te ilk Osmanlı medresesini kurarken, onun idaresi için, yeterince gelir getirecek gayrimenkul vakfetmiştir
Bu vakıfları, çeşitli konularda kurulan diğer vakıflar izlemiştir. Fakir, dul, öksüz ve borçlulara para yardımı yapmak, çocukların emzirilmesini sağlamak, evlenecek genç kızlara çeyiz hazırlamak, kuşlara yem vermek, yolcuların ihtiyaçlarını karşılamak, yetimleri büyütmek, talebelere burs, kalacak yer temin etmek, işsizlere iş bulmak, çırak yetiştirmek, borçlulara yardımcı olmak, bekârları evlendirmek, hayvanları himaye etmek, cadde ve sokakların temiz tutulmasını sağlamak için görevliler tayin etmek, su kanalları, su kemerleri, çeşmeler, medrese, hanlar, hamamlar, camiler, yollar, kaldırımlar, köprüler yapmak ve bunların finansmanını sağlamak maksadıyla çok sayıda vakıf kurulmuştur. Ayrıca hastaneler, vakıflar aracılığıyla hizmet vermiş, doktorlar ücretlerini vakıflardan almışlardır. Vakıf hastanelerinde her din ve ırktan insan tedavi ediliyor, gerekirse ücretsiz ilâç veriliyor, doktor temin ediliyordu. İmaretlerde yoksullara, yolcu ve misafirlere her gün bir-iki öğün yemek veriliyordu.
Vakfedilen mal, Allah'ın rızasına uygun bir şekilde toplum menfaatine sunulmuştur. Hiç kimse vakıf malını kullanım sözleşmesinin dışında gayri meşru şekilde kullanamaz. İslâm tarihine baktığımızda, her vakfın bir vakfiyesi vardır. Bu vakfiyelerde kullanım şartlarını belirtir ve sonunda vakfı yapan hayır sahipleri için dua ile biter. Birçok vakfiyede de en son gayri meşru yollarda Allah'ın rızasına uygun olmayan tarzda kullanılması takdirde beddua edilir. Bu bedduada "Allah’ın, peygamberlerin, meleklerin, insanların ve bütün mahlûkatın lanetinin, vakfı değiştiren üzerine olması" istenir. Bu sebepledir ki vakfiyelerin sonuna bakıldığı zaman böyle bir beddua kısmı görülür ki bu, daha sonra gelen insanlar için manevi bir tehdit olmaktadır. Gerçekten, inanan ve Allah'a bağlı olanlar böyle bir bedduaya maruz kalmak istemez.
27 Şubat 2017 Pazartesi 17:39